20 Kasım 2012 Salı

Dümdüz de etseniz...

İsrail eski Başbakanı Ariel Şaron'un oğlu Gilad Şaron'un Gazze'yi dümdüz etmekten söz ettiğini okuyunca, aklıma anneannemin anlattığı bir savaş anısı düştü.
Yunan askerinin Karacabey'i işgali sırasında, askerin gazabından kaçarak Esentepe mevkiine sığınan halk, Yunan komutanın kendilerini top ateşine tutup da yok etmek istediğini öğreniyor. Karacabey Kaymakamı Rumca bildiğinden, Yunan komutanın kendisine aldırmadan yaptığı konuşmalardan durumun vahametini anlıyor ve ahaliye haber salıyor.
Kaymakamdan gelen haber sonrasında insanlar kucaklarında bebeleriyle, sırtlarında yaşlılarıyla tarlalıklardan geçerek civar köylere ulaşıyorlar. Sığındıkları köylerde düşmanın çekilmesini bekliyorlar.
Anneannem bunları anlattıkça bütün anlattıkları gözümün önünde bir film gibi canlanırdı.
Büyüdükçe, "dümdüz etme" fikrinin savaş içerisinde normal(!) bir fikir olduğunu anladım.
Okudukça öğrendim ki, halklar ve hayatlar defalarca dümdüz edilmişti.

1945 yılının 6 Ağustos'unda Hiroşima'ya ve ardından da Nagazaki'ye atılan atom bombaları bu kentleri ve bütün canlı hayatı dümdüz etmişti mesela.
ABD, Japonlar'ın hayat ve hareket tarzlarını araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saati saptamış, saldırı saatini sabah 08:15 olarak kararlaştırmıştı. Hiroşima'ya yapılan saldırıda bir anda 78 bin kişi hayatını kaybetmişti. Ölü sayısı 1945 yılı sonunda 140 bine ulaşmıştı.
Uçağın pilotu olan ABD askeri Paul Tibbets uçağa annesinin ismi olan Enola Gay adını vermişti.
Annesinin adı ile yarattığı cehennemde başka anneler ve başka çocukların cayır cayır yanacağını düşünmemişti.
II. Dünya Savaşı'nın çözülmesi için bulunan tek çıkar yolun "dümdüz etmek" olması, dünyanın geleceğine daha beter bir düğümün atılmasını doğurmuştu.

Yine de, savaş içinde "hemen" ölmek işin en kolay yanı olsa gerek.
Zor olan, savaşın tüm zorlukları ile yaşamak ve an be an ölmek.

Uyuyamamak, beslenememek, temizlenememek.
Her tarafta parçalanmış insan bedenleri görmeyi kanıksamak. Ananın babanın, evladının ölümüne şahit olmak. Karının - kızının - kız kardeşinin tacize uğramasına ses çıkartamamak.
Ne evin, ne işin, ne aşın kalmaması.
Ateş, yangın, bomba, çığlık, kan, barut, siren, asker, kaçma, korunma, acıkma, susama, dışkılama...
Korku, panik, endişe ve çaresizlik!
"Öldürmek için yaşayanlar"dan saklanmak, bazen de yaşamak için öldürmek.
En acısı da ortasında kaldığın ateş çemberinin dışındaki dünyanın, senden bihaber yaşamaya devam edebilmesi.

Senin barınacak bir odan dahi yok iken, onların sıcak evlerinde huzurla uyuyabilmeleri. Senin para kazanacak bir işin dahi kalmamış iken, onların daha fazla kazanmak adına birbirlerini ezmeleri. Sen kuru bir lokmaya dahi muhtaç iken, onların tıka basa yedikleri yemeklerden arta kalanları çöpe boca edebilmeleri.

Peynir, zeytin, ekmek, su, üzüm, elma, armut, tuz, şeker.
Sabun, jilet, süt, mama, bez, ped, cımbız, ayna, tarak.
İnsanî bütün ihtiyaçlardan mahrum bir halde savaşın tam ortasında yaşayabilmek ve değişen şartlara uyum sağlayarak hayatta kalabilmek, neslini sürdürme güdüsünün bir sonucu olmalı.
Dümdüz edilmiş bir şehrin enkazından cılız boynunu uzatarak, yüzünü güneşe dönen bir çiçek misali...

Ve bugün, 20 Kasım Çocuk Hakları Günü'nde;
-Artık-
Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder